Richard Yates’in ilk kitabı olan “Revolutionary Road”

ROMAN VE UYARLAMA

Richard Yates’in ilk kitabı olan “Revolutionary Road” yayınlandığında yazar henüz 35 yaşındaydı. Bu çalışması sayesinde hemen edebiyat dünyasının spot ışıklarına çıkmayı başardı. Yayınlanışından kısa süre sonra diğer yazarlar, kitabın gücü üzerine soluk kesici eleştiriler yazdılar. Örneğin Tennesse Williams kitap için, “Dobra, direkt, yoğun ve capcanlı… Eğer bir çağdaş Amerikan başyapıtı için daha fazlası gerektiğini söyleyen varsa onların neyi istediğinden emin değilim” yorumunu yaptı. Kurt Vonnegut da kitabı, “Günümüzün ‘Muhteşem Gatsby’si” sözleriyle göklere çıkardı. Aynı şekilde William Styron’un eleştiri yazısında “Klasik olmayı hak eden sağlam, ironik ve çok güzel bir kitap” tanımlaması vardı.

Edebiyat dünyasının öndegelen isimleri Yates’i Fitzgerald ile kıyasladılar. Bu kıyaslamanın temelinde Yates’in kendi çağının güncesini tutabilecek sağduyuya ve algıya sahip olması vardı. 30’lu yıllardaki “Jazz Çağı”nda Fitzgeral ne yaptıysa, Yates de 50’li yılların “Endişe Çağı”nın özlemleri, hırsları ve evlilik kaosunu gündeme taşıyarak aynısını yapmıştı. Zaman geçtikçe “Digital Çağ”ın başlangıcını çağrıştıran yapısıyla roman daha önemli hale gelerek adeta belgeye dönüştü. Amerikan aile yapısında kadınların değişen rolünü, güçlenmesini ele alan; toplumda giderek artan konformizm eğilimini anlatan kitap, her dönemde geçerli olabilen kışkırtıcı bir çalışma olarak tanındı.

Romanının dikkat çekmesine rağmen Yates’in kendisi bu başarının tadını ömrü boyunca hiç çıkaramadı. Kitaplarındaki karakterler gibi alkolizm, depresyon ve zor ilişkilerle boğuşup durdu. Doku ve organlar arasında hava kalması (anfizem) hastalığından öldüğünde 66 yaşındaydı. Yates’in yapıtları bugün hala okurlarının yüreğinde canlı kaldığı gibi Richard Ford, Nick Horby, Joan Didion, David Hare, Kate Atkinson, Stewart O’Nan ve Sebastian Faulks gibi günümüz edebiyat ustalarından aldığı olumlu övgülerle “Revolutionary Road”un etkisi devam etmektedir.
Richard Yates hakkında yazılan ilk biyografiyi 2003 yılında kaleme alan Blake Bailey, “Revolutionary Road”un edebiyat dünyasındaki yerini şu sözlerle yorumluyor:

“Bu kitabın sadece bir Amerikan evliliğinden daha fazlasını anlattığına inanıyorum. İnsan olmanın ne anlama geldiğiyle ilgili temel konuların hepsi kitapta var. Bu kitapta herşeyden önce insanın kendisini tanıması, kendisine karşı dürüst olması, kendi limitleriyle yüzleşmesi ve limitlerine rağmen mutluluk yolunu bulmaya çalışması anlatılır. Yates’in dediği gibi, ‘Bu hayatta yapılabilecek en kötü şey yalanı yaşamak zorunda kalmaktır.”

“Revolutionary Road”ı çevreleyen duygular bu derece yoğun olunca böyle bir romandan uyarlamayı üstlenecek senaryo yazarı bulmak hiç kolay olmayacaktı. Film yapımcılarının bu konuda çıktığı zorlu yolculuk, Justin Haythe ile yapılan anlaşmayla noktalandı. Pieter Jan Brugge ile birlikte yazdığı “The Clearing” adlı gerilim filmindeki çalışmasıyla tanınan Justin Haythe sadece bir senaryo yazarı değil, aynı zamanda “The Honeymoon” adlı ilk romanıyla Man Booker ödülü almış başarılı bir kitap yazarıydı.

Frank ile April’in öyküsünü beyazperdede etkileyici şekilde sunmanın çeşitli güçlükleri vardı. Bunların başında da onları romantize etmeden sunmak geliyordu. Toplumun kadın ve erkeklerle ilgili önyargılarına karşı dik duruşlarını, korku ve umutlarını sözcükler ve hareketlerle yansıtmalarına izin verecek bir senaryo yapısı gerekliydi.

Justin Haythe’ye göre öykünün odak noktasında Wheeler çiftinin inançları vardır. Kendilerinin çok özel, farklı olduklarına inanırlar. Oysa bunların hepsi, karşılarına çıkan zorluklarla darmadağın olacak birer illüzyondan ibarettir. Amerikan toplumunda hızla gelişen tüketim kültürünün etkisinden uzak olduklarına inandıkları halde diğer komşu ve arkadaşları gibi onlar da tüketim kültürünün tuzağına düşeceklerdir.

Justin Haythe bu konudaki düşüncesini şu sözlerle dile getiriyor: “Bence Frank ile April’in aşkını bu kadar heyecan verici kılan, başlangıçta çevrelerindeki hiç kimseye benzemedikleri düşüncesine sahip oluşlarıdır. Ancak farkında bile olmadan tüketim toplumunun esiri haline gelirler. Sonra bir gün April, Frank’i karşısına alır ve, ‘Bak biz de herkes gibi olmaya başladık. Artık hayatımızda birşeyleri değiştirmeliyiz. Buradan gidelim. Paris’e taşınalım. Orada kendimizi kurtaralım’ diyerek planını açıklar. Ancak onların büyük kaçışı asla gerçekleşmez.”

Justin Haythe sözlerini şöyle sürdürüyor: “Aslında Paris onlar için gerçekleşmemiş bir fantezi olarak kalır. Çünkü April hamiledir. Bu da ikisi arasındaki ilişkiyi rotasından çıkaran dinamikleri Frank’in yeniden gözden geçirmesine yol açar. Paris artık cesaretin ve potansiyelin sembolü olarak kalmıştır. Çocuk doğduktan sonra kendi kurdukları tüketime dayalı hayatın esiri haline gelecekleri için Paris hayali asla gerçekleşmeyecektir. Bu kitapta şu sorunun yöneltildiğine inanıyorum: Eğer her zaman olmak istediğiniz bir insan olma şansı karşınıza çıkmış olsaydı, öyle birisi olduğunuzu göstermek için öncelikle hangi yönünü sergilerdiniz?”

Hiç yorum yok: